Türkiye’ de rekor seviyelerdeki döviz kurları ve % 80’ in üzerindeki yüksek enflasyon
yalnızca yerli şirketleri değil; uluslar arası yatırımcıları da olumsuz etkiliyor. Türkiye’ de
faaliyet gösteren yabancı şirketlerin çoğunluğu gelecek 12 aylık dönemde Türk
ekonomisinin daha kötüye gideceğini öngörüyor.
Günümüzde fiyatlama davranışları bozulduğundan, kim hangi fiyatı tutturabilirse o
fiyattan mallarını satma gayreti içerisine girmiş durumda. Fiyatların sürekli artması ve
artacağı beklentisinin olması firmalara zam yapmalarını haklı gösterir bir durum
yaratıyor. İşin daha beteri ise tüketiciler de bu zam artışlarına tepki koymayıp, zam
yapanlara hak verir duruma gelmiş bulunuyorlar. Bu zamların ve fiyat artışlarının
sıkıntısını da en çok ücretliler ve sabit gelirliler çekiyor. Çünkü bunların fiyatlarını tek
taraflı olarak belirleme ve hak ettiği fiyatı talep etme olanakları bulunmuyor. İster işçi
olsun, ister memur olsun bu durum hiç fark etmiyor. Bir de emekliler var ki onların
durumu daha da vahim. En küçük esnaf bile maliyete gelen zamları fiyatlara yansıtma
olanağına sahip bulunuyor. Sabit gelirliler nihai tüketici konumunda olduklarından
zincirin son halkasını oluşturuyorlar. Bunlar kendilerine ne kadar zam verilirse onunla
yetinmek durumundalar. Verilen zamlar da enflasyon farkının telafisi şeklinde
olmaktadır. Gelirlerinde reel bir artış söz konusu değildir. Kısaca geçim sıkıntısını
ücretliler, sabit gelirliler ve emekliler yüklenmiş durumdalar.
Seçim sonrasında ekonomi politikalarında öngörülebilirlik ve istikrar bekleyen yabancı
şirketler, sorunlara rağmen Türkiye’nin tedarik ağı ve ucuz işgücü gibi nedenlerle hala
cazip bir üretim merkezi olduğu görüşünde. Ekonomiye ilişkin olumsuz beklentilerin
artması, yerli ve yabancı yatırım planlarının da askıya alınmasına neden oluyor.
Tarih boyunca, teknolojik devrimler işgücünü değiştirdi; yeni çalışma biçimleri ve
kalıpları yarattı, diğerlerini modası geçmiş hale getirdi ve daha geniş toplumsal
değişimlere yol açtı. Bu mevcut değişim dalgasının derin etkileri olması muhtemeldir.
Örneğin, Uluslar arası Çalışma Örgütü, enerji sektöründe sürdürülebilir uygulamaların
benimsenmesi, elektrikli araçların kullanılması ve mevcut ve gelecekteki binalarda enerji
verimliliğinin artırılması yoluyla daha yeşil bir ekonomiye geçişin 2030 yılına kadar
dünya çapında 24 milyon yeni iş yaratabileceğini tahmin ediyor.
Ticaret ve Sanayi Odaları, Birlikler, Ekonomi Platformu gibi oluşumlar ne karamsar ne
de iyimser olmasın. Sadece gerçekçi olsunlar yeter. Türkiye’nin en önemli gerçeği
yüksek enflasyon ve geçim sıkıntısı. Bu sorunlar çözülmeden otoyolun, köprünün,
tünelin ve havalimanının önemi yok. Bunun yolu da bütçe disiplini ve yapısal
reformlardan geçiyor. Gelir dağılımında adil olunmalı.
İlgili kurum ve kuruluşlar biz ricacı kurumlarınız diyerek havanda su dövmemeli. Yüksek
enflasyon, yolsuzluk ve yoksulluğu sürekli gündemde tutarak yol belirleyici olmalıdırlar.
Bu noktada karşımıza çıkan en önemli sorun; ilgili kurumların sorumluluk almamaları ve
daha verimli çalışmamalarıdır. Kurumların tasarruf genelgesi ile getirilen tasarruf
tedbirlerine harfiyen uymaları başlıca görevleridir.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde Türkiye ihracatında % 94 pay sanayi imalatıdır.
Yani Türkiye bir sanayi ülkesidir. Temel sorun Türkiye sanayisinin döviz tüketen bir
sanayi olmasıdır. İthal girdilerin payı çok yüksektir. İhracat bedellerinin yaklaşık % 70’ i
ithal girdilere gitmektedir. Bu durum düzeltilmediği sürece fasonculuktan öteye
geçemeyiz.
Ülkemizin acilen ithal girdilerini azaltıp, yerli üretimi artıracak teşvik modellerini tercih
etmesi ve yeni teknolojiler geliştirmesi gerekmektedir.