Gecenin karanlığı, denizin yüzeyine çökmüş, sisin içinde devasa gölgeler belirmişti. Çanakkale Boğazı, tarihin en büyük savaşlarından birine sahne olurken, düşman gemileri hiddetle üzerimize yürüyordu. Gökyüzü, çelik ve barutun ölümcül dansıyla sarsılıyor, top sesleri yankılanıyordu. İşte tam o anda, insan aklının ve cesaretinin sınırlarını zorlayan bir şey oldu: Seyit Onbaşı, insanüstü bir güçle, üç insana ağır gelen top mermisini sırtladı, siperlerden çıkarak namluya sürdü. O an yalnızca bir askerin değil, bir milletin kaderini sırtlayan bir irade doğdu.
Seyit Onbaşı’nın kaldırdığı top mermisi, yalnızca bir mühimmat değil; bir halkın bağımsızlığa olan inancının ve direnişinin sembolüydü. Ancak bu kahramanlık, bir daha tekrarlanmaması gereken bir acının da ifadesidir. İşte bu yüzden asıl soru şudur: Bir daha Seyit Onbaşı gibi top taşımamak için ne yapmalıyız?
Bu sorunun cevabını, Çanakkale’de destan yazan büyük komutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk vermiştir. O, yalnızca savaş meydanlarında değil, bir milletin geleceğini şekillendiren aklı ve vizyonuyla da bir liderdi. Çanakkale’de “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” diyen Atatürk, yıllar sonra bize şu öğüdü bıraktı: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
Bizler Seyit Onbaşı gibi kahramanlarımızı anlatırken, onların fedakârlıklarını kutsarken, aynı zamanda bir daha o ağır mermileri sırtlamak zorunda kalmamak için ne yapacağımızı da düşünmeliyiz. Çünkü kahramanlık, her zaman cephede silah taşımakla olmaz. Gerçek kahramanlık, bilimi, teknolojiyi ve aklı kullanarak savaşları gereksiz kılmaktır.
Eğer bilimden koparsak, eğer Atatürk’ün gösterdiği aydınlık yoldan ayrılırsak, yeni Seyit Onbaşı’lar doğmak zorunda kalır. Oysa biz, yeni Seyit Onbaşı’ların top mermisi kaldırmasını değil, yeni Aziz Sancar’ların, yeni Vecihi Hürkuş’ların, yeni bilim insanlarının yetişmesini istiyoruz. Çünkü zafer yalnızca savaş meydanlarında kazanılmaz; asıl zafer, beyinlerin ve kalplerin aydınlanmasıyla mümkündür.
Bugün Çanakkale Zaferi’ni kutlarken, yalnızca geçmişe değil, geleceğe de bakmalıyız. Seyit Onbaşı’nın terle yoğrulmuş ellerini hayal ederken, o ellerin yerine artık bilgisayar klavyelerinde yazan elleri, laboratuvarlarda çalışan beyinleri koymalıyız. Bir daha Seyit Onbaşı gibi top taşımamak için, bilimin ışığından asla ayrılmamalıyız.
Çünkü Çanakkale’yi geçilmez kılan yalnızca barut ve kan değil, onun ardındaki inanç ve akıldı. Ve bu akıl, bizlere özgür bir vatan, bilimle aydınlanan bir gelecek emanet etti.
Ve Atatürk’ün sesi zamana meydan okuyarak yankılanıyor:
“Bu millet, bilimle, akılla ve irfanla yürümezse, Seyit Onbaşı’ların omuzladığı topları, torunları da omuzlamak zorunda kalır. Biz, o mermileri sırtlamak için değil, bir daha o mermilere ihtiyaç duymamak için mücadele ettik.”